Dizilerde artık yeni nesil bir kurgu var biliyorsunuz; ilk bölümün ilk dakikalarında, sezon finalinin son dakikalarına dair görüntüleri yayınlayıp kafanızı litrelik Sütaş ayran gibi bir sallıyorlar… Siz de “Bir dakika ya, böyle bir sona nasıl ulaşılmış olabilir??” diye diye çatır çutur bölüm bitiriyorsunuz..

Bugün, hayatımın çoook geride kalmış, nerdeyse 7-8 aylık bir kesitini, bir dizi gibi dışardan seyrettim. Sezon finalini biliyordum ama diğer bölümlere hiç bu açıdan ve bu kadar dikkatli bakmamıştım. Bunu bana yaptıran, o dönemde birlikte çalıştığımız bir arkadaşımla buluşmak ve bir kaç fincan çay eşliğinde bir kaç saat sohbet etmekti. Bu sohbet, bana hiç plan yapmadan bu yazıyı yazdırıyor şimdi.

Konuşmakta hayatımın hiç bir döneminde zorlanmadım. Henüz 4 aylıkken ilk kelimelerini etmek herhalde çok sık rastlanan bir durum değil 😀 Her zaman çok konuşmuşumdur; annemin, sınıf başkanının, bayrak törenini yöneten nöbetçi öğretmenin, sınav gözetmeninin, sinemada arkamda oturanların, toplantıyı yöneten kişinin uyardığı ilk kişi hep ben olurum. Arkadaşlarımın arasında, aile toplanmalarında, frekansımın tuttuğu bir ortamda; anlatmayı, gülmeyi, canlandırmayı, konuşmayı gerçekten çok severim. Akan bir sohbetten bahsediyorum tabii ki; monologdan değil 🙂 Etrafımdakiler ya ayıp olmasın diye ya da gerçekten zevk aldıklarından, artık bilemiyorum, şikayetçi görünmüyorlar; başladığımda, gaza da gelmişsem, sızlamaya başlayan çenem dışında taktığım bir uyarı mekanizması pek yok… Konuşmakta olduğu gibi yazmakta da pek zorlanmam ama bugün bir türlü sadede gelemememden hep birlikte anlıyoruz ki sıkıntılı bir konu ile karşınızdayım. Derin bir nefes al, ver ve konuş: Konumuz iş yerinde taciz.

Bu konuda daha önceden teknik bir içerik yayınlamıştık. Ben, bugün buluştuğum arkadaşımla geçmişte birlite çalıştığımız yerde yaşadığım ve anlam veremediğim bazı şeylere, bugün onun gösterdiği bakış açısının yardımıyla küüüüt diye akıl sır erdirebildiğim için hafif bir salaklık yaşıyorum. Bir de uyanık geçinirim, ben nasıl bu zamana kadar uyanmadım? Belki de düşünmek istemedim. Kondurmadım. “Amaaan, nasılsa geride kaldı” diye düşünmeye değer bulmadım. Konuya bu kadar büyük yaklaşma nedenim bu. 1 hafta sonra bu içeriğe bakıp da “Bunun için oturup koskoca yazı mı yazmışım” diyeceğim belki. Ama diyorum ya, çene bol.

Efendim şimdi şöyle oluyor: Bundan yaklaşık 15 sene öncesi. Bendeniz en çok 2 senelik bir mezunum. Zehir gibi bir junyorum. Günde en az 25-30 sayfalık iki sunumu içerikleri ile birlikte bitirip “Getirin, başka var mı?” diyorum. Boyumdan büyük müşterilerim, titiz ve kalantor muhataplarım var ama her şey yolunda; terfiler, övgüler, primler filan… derken çalıştığım şirket kapatma kararı alıyor ( Bu tamamen ayrı bir yazı konusu, “Her şey yolunda giderken nasıl oluyor da şirket birden gümlüyor” diyorsunuz haliyle.. Sonra anlatırım). Beni de bir başka şirket arıyor ve iş görüşmesine davet ediyor. Patronla görüşüyorum ve mülakatım olumlu geçiyor. Velhasıl, 1 hafta sonra ben nerdeyse 2 katı maaşla yeni iş yerimde çalışmaya başlıyorum (Maaşım da nasıl cücükse demek, adama iki katını vermek hiç koymamış).

Ben eski düzeni aynen buraya taşıyorum; gelsin projeler, gitsin fikirler, beri gelsin sunumlar.. Patron sürekli işin içinde, ben direkt ona rapor ediyorum. Çok fazla konuşmayan, insanların çekindiği, mesafeli, titiz bir adam. Ofis boyların, santraldeki ablanın, muhasebedeki mafya kılıklı adamın filan bundan ödü kopuyor. Yan odada çalışan departmanın başındaki kız bunu görünce hazır ola geçiyor. Benden 10-15 yaş büyük, evli, çoluğunun çocuğunun sürekli şirkete gelip gittiği bir adam. Kendisiyle ilgili olumsuz bir görüş olarak sadece, hiç bir zaman işinden keyif aldığını düşünmememi söyleyebilirim. Neyse, ben her güne 3 tane toplantı sığdırıp müşterilerin üstlerine fikir ve proje yağdırıyorum. Boyumdan büyük eski müşterilerimden bir tanesi, ben transfer oldum diye yeni şirketimle çalışmaya karar veriyor filan. Patron durumdan çok memnun, beni “new business” cephesine de sürüyor. Sıkıntı yok, beş atıştan en az ikisi isabetli, Allah bereket versin.. Sabah 08.30 – akşam en erken 21.30 çalışıyorum; gün ışığı gördüğüm yok. Karın ilk önce düşüp en son kalktığı semtlerden birinde olan iş yerinden eve, zaman zaman diz boyuna ulaşan kara aldırmadan, bata çıka lap top taşıyorum. Evde de çalışmaya devam. 15 sene öncesinin lap toplarının ağırlığını hatırlıyorsunuz değil mi? IBM? Teşekkürler. Patron bana toz kondurmuyor. Talep etmediğim halde 2 kişilik ekip oluşturup bana bağlıyor, bir tane de stajyer bulup buluşturuyor. Her konuda fikrim alınıyor, boş zamanlarında masama gelip sohbet ediyor, dışardan gelen misafirlere “talent” sıfatıyla tanıştırılıyorum, doktora gitmek için yarım gün izin istediğimde 2 gün izin vermeye kalkıyor, hediye gelen davetiyeler, biletler direkt benim masama konuyor, kapılar önümden açılıyor…

Bir gün ben yine Allahını seven tutmasın edasıyla çalışıyorum, saat geç olmuş. Sunumu bitiriyorum, patrona gönderiyorum. Maksat baksın, diyeceklerini desin, düzeltip çıkayım. Sunum ertesi gün. Arıyor, odama gel diyor. Gidiyorum. Koridordan geçerken bakıyorum; şirkette kimse kalmamış. Patron masasında oturuyor. Ben karşısına oturuyorum. “Yanıma gel” diyor. Birlikte, bilgisayarından sunuma bakıyoruz. Bunun elinde bir bardak viski. Sayfalara bakarken “ Kendine de doldursana bir tane “ diyor. “Hayır, teşekkürler” diyorum. “Sevmiyor musun viski?” diyor. “Hayır” diyorum. Mini barını işaret ederek “Başka bir şey iç” diyor. “Almayayım, teşekkürler, pek içmiyorum” diyorum. “Sunum için geldim, bitirelim de çıkayım”ı net ifade ettiğime bugün bile eminim.

Sunumda değişiklik istemiyor. Ertesi gün toplantıya nasıl gideriz, orda mı buluşuruz yoksa beni bir yerden alır ve birlikte mi giderizi konuşuyoruz ve iyi akşamlar deyip çıkıyorum. Ve ertesi günden itibaren bir daha hiç bir şey aynı olmuyor.

Selamlaşma direkt ortadan kalkıyor. E-postalara kısa ve ters cevaplar gelmeye başlıyor. Müşteri talep etmediği halde, sunum tarihini erkene çekip hazırlığımın bitmediğini bilerek beni zor durumda bırakmak istiyor. Sunumun yarım olduğunu söylediğimde, beni yarım sunumla müşterinin karşısına çıkmaya zorluyor. Bana ait olmayan projelere beni son dakikada dahil edip, yeterli hazırlık yapmadığım için suçluyor. İşimiz, her gün resmi giyimle gelmeyi gerektiren bir iş olmamasına rağmen; bir gün, bana ait olmayan, resmi giyimle katılım gereken bir etkinliğe, beni sadece saatler öncesinden dahil ediyor ve gidip alelacele satın aldığım gömlek, pantolon ve topuklu ayakkabılara bakarak kızgınlığını ifade ediyor. Şirketin bahçesinde beslediğimiz kediyi kovalıyor. Müşteriye doküman hazırlarken başımda bekleyip yıldırıcı ifadeler kullanarak demotive ediyor. Ekip toplantısında yanına oturmadığım için bağıra çağıra olay çıkarıyor. Boyumdan büyük müşterimin aylardır uğraştığım devasa projesinden beni çıkarıyor ve lansmana gitmemi engelliyor. Ve nihayet, istifa ettiğimi bildirmek için yanına gittiğimde bana hakaret ediyor. Ayrılırken içerde kalan paramı vermiyor, orda çalışan bir arkadaşım vasıtasıyla daha sonra alabiliyorum. End of story.

Açıkçası bu olay ve bu adam üzerinde sonradan çok düşünmedim, yaptıklarını bir kategoriye sokmadım. Bir avukata başvurmayı aklıma getirmedim. Kurtulduğuma sevinmekle yetindim çünkü istifa etmemin nedeni çok iyi bir şirketten aldığım harika teklifti. Zamanlama da harika 😉 Sonrasında, beni çok meşgul eden, tatmin eden çok şey öğreten ve gayet iyi kazandıran bir işim oldu..

Bugün buluştuğum arkadaşım, höpür höpür çayını içerken iki yudum arasında “Sen de ABC A.Ş.’de tacizin tillahını yaşadın be Lunacım..” demese ben bunun taciz olduğunu belki de hiç düşünmezdim. Ben bu adamın kendinden onca yaş küçük, kendisinin şirketteki varlığına bir tehdit oluşturmayan, bilakis işine değer katan bir junyorcukken bu adam benimle bir bardak viski yüzünden mi bu kadar uğraştı? O zamanlar şirket içinde pek arkadaşım yoktu; o yüzden bugün görüştüğüm arkadaşım viski mevzuunu bilmez. Anlattığımda, “Daha hala neden mi arıyorsun?” diyerek, adamın “reddedildiği için” bütün bunları yapmış olduğunu, “yüzde yüz” vurgusuyla, söyledi. Bana bir ilgi duymuş olsa anlardım diyecek oldum ama “anlamamışsın işte” diye kestirip attı. Devamında söylediklerini buraya yazmayacağım ama konuşma rekorlarım egale edilmiş olabilir.

Tacizin kelime anlamından yola çıkarsak rahatsız ve tedirgin etme maksatlı her hareket bu kapsama dahil oluyor. Sebebi ne olursa olsun. Şimdilerde aklımıza refleks olarak gelen “mobbing davası”eskiden, şimdinin yurt dışında satışa sunulmuş ve henüz Türkiye’de olmayan teknolojik ürünü muamelesi görüyordu. Varlığını biliyor fakat kendisine ulaşamıyorduk. Şimdi olsa neler yapardım..

Benim bugün zihnimden akanlar, o yaşımın cümleleri ile akıyor. Yani küçücük kızın bir içeceği reddetmesi bir egoda bu kadar derin yaralar mı açıyor? Olay, her fırsatta alına alına doyulamayan bir intikama nasıl dönüşmüş, neden dönüşmüş? Ben anlamadıkça veya yılmadıkça egoya tehdit haline mi gelmişim? Atsaymış o zaman işten, neden atmamış? (Billahi mutlu olurdum; e-mail adresi formatı, adım ve soyadımı komik bir hale sokuyordu zaten..)

Uyanık geçiniyoruz, ama çok naifiz be annem.. Bu huy mu, yetiştirilme tarzı mı, akıl kıtlığı mı? “Bizi karıştırma” mı diyorsunuz? Yoksa aynı fikirde miyiz? Siz de benim gibi uyanmaz mıydınız? Ne düşünüyorsunuz?