Duvarsız… Kapısız… Sınırsız…

İletişime açık, zaman kaybına kapalı, hiyerarşiye uzak…mı acaba?

Açık ofis, çalışandan maksimum verim alırken, iş maliyetlerini asgaride tutma üzerine kurgulanmış olan modern iş anlayışının bir getirisi. Hayatımıza (aslında “bürolarda” çalışan anne-babalarımızın hayatına) geçtiğimiz yüzyılın son on yılında girmiş bir ofis sistemi. ABD’de daha önce. Avrupa’da en önce.

Psikolojik sınırları yıktığına ve katılımcı bir atmosfer yarattığına şüphe yok; ancak sizce de açık ofis, bir ortam olarak, çığırından çıkmadı mı? Açık ofis benim için döne dolaşa herkesin ciğerinden geçmiş olan havayı akşama kadar solumak demek. Ve mesela, kimilerince açık ofis, insanların alanına fütursuzca girilmesinde sakınca olmayan bir iş ortamı demek. Kimi durumlarda iş öyle bir boyuta varmış ki artık, insanların önü, tuvalete gidiş veya masaya dönüş yolunda bile kesilerek iş, onay, fikir istenir hale gelmiş. İnsanlar açık ofiste gürültüden alıklaşıyor. Yan masanın, bizimkinin üzerine devrilen evrak kulesinden arta kalan yere dirseğimizi sığdırmaya çalışırken sade hayatımızın neden bu kadar zorlaştırıldığını anlamaya çalışıyoruz. Açık ofisler artık maalesef Açlık Oyunları şartlarında iş yapmaya çalıştığımız mantık dışı ortamlar halinde.

Bu sistemin, açık ofisteki kapalı odada yaşayan “işverenin” gözüyle elbette büyük somut avantajları da vardır; bunları ben bilmiyorum, hiç işvermedim. Demokrasi adına ona da hak vermek gerekiyor tabii; ne yapsın yani adam, herkese bir oda mı versin? Kaç oda, kaç salon bu ofis? Verimliliği nasıl denetlesin? Gözünün önünde koşuşup duran kalabalığa bakıp çalışıyorlar iç rahatlığını yaşamak varken neden kapalı kapılar ardında ne yaptıklarını merak etsin?

Çalışanın gözüyle baktığınızda ki bu ben oluyorum, oturduğum yerden büyük bir karmaşanın içinde olduğumuzu görüyorum. İnsan, ses, iş, eşya karmaşası… Şu anda fark ediyorum ki bir karmaşa yanında diğerini illa ki getiriyor. Karmaşa, karmaşayı doğuruyor.

İş hayatımızın başladığı yıllarda; genel müdürler, ekonomi dergilerine verdikleri röportajlarda “Yöneticilerimiz, açık kapı felsefesini benimsiyor. Çalışanlarını günün her saati kendileri ile iletişim kurmaya teşvik ederek kendilerini de ekibin herkesle eşit olan bir üyesi olarak konumlandırıyor” derlerdi. Türkçe meali, yöneticiler açık ofisin curcunasından “yandım Allah!” diye kendilerini cam veya alçıpanla ayrılmış odalara atıyor, kapıyı da “mecazen” açık bırakıyor.

-Benle işi olan var mı? Varsa odamdayım.

-Medya planlarına bakabilir miyiz Ahmet bey?

-Ona Perşembe bakalım canım.

-…(Pazartesi)

Yorum yok..

Genel müdürün katı, genel müdür yardımcılarının duvarlı kapılı odası, direktörlerin cam fanusları var. Yönetim kademesi alçaldıkça yapı malzemeleri geçirgenleşiyor. Peki üst kademeden harici ne yapsın? Açık ofiste nasıl hayatta kalsın? Nihai iş amacınızı minimum gürültü, trafik ve dağınıklıkta işinizi vaktinde yapıp vaktinde çıkmak olarak varsayarak başlıyorum. Buyurunuz açık ofiste hayatta kalma rehberine:

Fiziksel konumunuz, yani kimin ve neyin yanında oturacağınız önemlidir. Kendi departmanınızla kümelenmiş olacağınız için tutup da “ille ben IT’ci ile oturacağım” diyemezsiniz tabii. Tavsiyem, departmanın en sessiz çalışanının yanını seçmenizdir. İki kişinin ortasında oturuyorsanız (vah) diğer yanınıza toplantıya, saha işine veya sigaraya gidip de bir türlü geri dönemeyeni alın. Sandalyesine kabanınızı, çantanızı falan da koyarsınız hem. Arkanızın kime dönük olduğu ilk bakışta dikkat etmeniz gereken konudur. Kimsenin o ekranlarda bütün bir gün son çeyrek gerçekleşen hedefleri 2016 aynı dönemle kıyaslamadığını herkes biliyor zaten ama malumun ilanına da gerek yok herhalde. 11 Şubat 2018 Volkan Demirel’in hakeme küfretmesi başlığını telefonunuzdan okuyuverin.

Neyin yanına oturacağınız demiştim ya, bundan ziyade neyi yanına oturmayacağınız önemlidir. Kaçınmanız gereken üç cisim var: Damacana, yazıcı ve ofis kapısı. Damacana, sosyal alandır. On dokuz litreyi bardak bardak almaya gelerek dikkatinizi zaten dağıtanların sadece yarısıyla birer kelime ettiğinizi düşünün. İnsanın asosyal olası geliyor vallahi. Yazıcıyı söylememe bile gerek yok. Yetmiş iki punto “tuvaleti temiz tutalım”dan tut, en üstteki bütçe onayı”ok”i için alınmış seksen sayfa çıkış da dahil tüm kağıt zarar ziyanından nasibinizi fazlasıyla alırsınız. Daha bir de “şunun çıkışını almıştım, gördün mü? Şimdi yolladım ya, nasıl görmedin, yazıcıda kağıt da var. Kim aldı?” diye hesap bile sorarlar.. Ofis kapısının yanında da oturmayın, kalkın kalkın. Hava akımının, sahibini arayan kargoların, kapı açılırken savrulan bir tepsi çayın ilk adresi siz olursunuz.

Bütün bunları seçecek durumda olmayabilirsiniz. Cam fanusu olmayan yöneticiniz yanında, cam fanusu olan ise görüş alanında olmanızı isteyebilir. Bu noktalar da, yukarıda anlattığımız konumlara tekabül edebilir. O zaman bu durum kaçınılmaz mı? Bu noktada stratejik öneminiz ve kattığınız değer devreye girer. İşini hakkıyla yapan bir çalışan, normal şartlarda oturduğu yerden memnun değil ise, bunu dile getirdiği sürece (ağlamayana emzik yok) kimse onu üzmez. Yapılan gayri resmi araştırmalar ve geçmiş deneyimler göstermiştir ki “burada çalışamıyorum” deyip toplantı odasına kaçan, burayı mesken tutan ve hatta cumhuriyetini ilan eden çalışanlar sebebiyle oturma planları sıklıkla değiştirilir.

Yeter ki çalışın, yeter ki işe yarayın, yeter ki işlerine yarayın. İş hayatında kime ihtiyaç varsa onla çalışılır.

Hadi takın kulaklıkları, takının en “çok işim var, benden uzak dur” ifadesini ve başlayın. Daha sunumun ikinci sayfasındasınız.

Kolay gelsin.