Bir varmış, bir yokmuş.
Sabahları satıp para kazanan insanlarla dolu bir dünya varmış. Uykunun en güzel saatleri, sıcacık çayla, kızarmış ekmeğe yağ bal sürülüp edilen kahvaltılar, kahvaltı masasında gazete keyifleri, güne pencereden bakarak başlayan aheste zamanlar bedeli olamayacak fiyatlara gidermiş modern insan pazarında.
Hikaye bu ya, bir gün küçük, yeni yetme bir cadı girmiş kapısından bu kurumsal dünyanın, kendinden emin adımlarla. Beceri ve azmin ona bütün kapıları açacağını sanarak. Tabi ki ilk duvara toslamalarından sonra becerilerinden şüphe etmeye, azminiyse yitirmeye başlamış…
Zamanla yol, yordam, daha açık söylemek gerekirse kurumsal gıcıklıkla baş etmenin türlü çeşit yollarını öğrenmiş. İş hayatının farzları, mesela ‘mobbing’in ne olduğu okullarda öğretilmiyormuş, otoparkta bir kolonun dibine çöküp ağlarken fark etmiş bunu. Gecenin on birinde hava alanından kiraladığı araçla bilmediği bir şehrin dağ yollarında iş seyahati için ayarlanmış oteli bulmaya çalışırken dank etmiş kafasına aynı grupta çalıştığı evli arkadaşlarının neredeyse hiç birinin onun kadar seyahate gönderilmediği. Hazır bir valizi varmış, içinde bir takım pijama, diş fırçası vs olan, ve artık uyandığında gözlerini açmadan hangi şehirde, hangi otelde olduğunu anlayamadığı sabahları.
Bir şeyler fena halde ters gidiyormuş. Tiyatro sahnesine benzeyen toplantılarda insanlar ezberledikleri şiiri okuyup selamlarını verip yerlerine otururken başlamış yabancılaşmaya içine hevesle daldığı bu dünyaya. Bir gün bir fısıltıyla başlamış itirazı. “Ben” demiş, “ben bunu yanlış yaptığımı düşünmüyorum.” Cevap netmiş, “Haklı mı olmak istiyorsun, yoksa mutlu mu?”
Kurumsal dünyanın kurumsal tuvaletine gidip ağlamış bu sefer küçük cadı seçim yapamayınca. Yan tuvalette bir kadının telefonda konuştuğunu duymuş. Kadının çocuğu ilk kez “Anne” demiş, ve kadın buna şahit olamamış, telefonda tekrarlatmaya çalışıyormuş bebeğinin kendisine ilk seslenişini. Küçük cadı bir fısıltı daha duymuş içinde, değer miydi diyormuş o fısıltı, bir daha tekrarlanmayacak o anı kaçırmaya değer miydi?
İş ve pozisyon değiştirmeler, zamanla eskiyen yeni başlangıçlar içinde şirketlerin yükselişlerini ve çöküşlerini izlemiş defalarca. Kapalı kapılar ardında mobbing ustası olmakla övünen ya da tost makinesinde patates kızartmasını isteyen patronlara, iş hayatında yaşadıkları haksızlıklara isyan ederken eline şans geçtiğinde aynı haksızlıkları başkalarına yaptığına tanık olduğu iş arkadaşlarına hep anlayış göstermiş. Yaptığı işi sevdiği zamanlarda mühendis iş tanımının neresinde yemek fotoğrafı çekmek var diye düşünmemiş hiç, bir şey daha ve bir şey daha öğrenmeye çalışmış her zaman. Bir işi hiç hayır demeden nasıl yokuşa süreceğini çok iyi bildiği halde, yardım edebileceği kimseyi geri çevirmemiş. Zarar eden şirket maaşları geciktirmeye başladığında gidip borcu ya da düzenli bir ödemesi olmadığını, olanlara öncelik verip kendisini geriye bırakabileceklerini söylemiş aptal cadı. Teşekkürü ise bollukta bol keseden aldığı personelleri darlıkta yük olarak görmeye başlayan genel müdürün “mobbing”i ile almış yine.
Artık o yeni yetme küçük cadı olmadığı için soluğu avukatın yanında almış, İş Kanunu denen masal kitabını satır satır okuduktan sonra. Ne yazık ki oradan da eli boş çıkmış, minareyi çalan kurumsal bir kılıf hazırlamış oluyormuş çünkü hep.
Bir süre ara verip her şeye, denizin kenarında almış her sabah soluğu. Kuşları izlemiş, balıkçıları ve aheste sabahlar yaşayan genç-yaşlı tüm insanları. Derin bir soluk alıp yeterince dinlendiğinde bir B planıyla yeniden dalmış iş hayatının içine. Bütün bunlar olduğunda gökten üç elma düşmüş kafasına, üç tane net hakikati açığa çıkaran.
Bir, iş hayatına başladığından beri hatırladığı en mutlu günlerin hep istifayı verdikten sonraki günler olduğu…
İki, ne şart altında olursa olsun haklı ya da mutlu olma seçenekleri arasından seçmemesi gerektiği…
Ve üç, sürekli seçimler yapıp bedeller ödenen bir oyunun dışında kalmanın da olası bir seçenek olduğu…
Bütün bedelleri toptan ödeyip sabah uykularına, tereyağlı ballı ekmekle yapacağı kahvaltılara, keyif ve keşiflerle dolu bir hayata hazırlamaya başlamış kendini o küçük cadı.
Bir varmış, bir yokmuş…
… çünkü her şey bir varmış, ve bir bakmışsın ki yokmuş. Gençlik gibi, hayaller gibi…
Sahip olduğu en kıymetli şeyler birden yok olmasın diye çalışıp öğrenirken sevdiği her şeyi kendisine sermaye yapmaya çalışan sistem hatası bir cadı varmış, süpürgesine binip uçup gitme hazırlığı yapan ve kendi sihrini kendisi yaratan. Bitti dediği yerde masal aslında daha yeni başlamış…
There are 2 comments
Merhaba,
‘Ve üç, sürekli seçimler yapıp bedeller ödenen bir oyunun dışında kalmanın da olası bir seçenek olduğu…’
bunu nasıl yapabiliriz?
İyi akşamlar
kesinlikle… bende 3 numarayı merak ediyorum:)