Bir cadı olarak belirtmeliyim ki, tatile çıktığımda asla cadılık yapmam. Munis bir kediye dönüşürüm ki tatili kendime de yanımdakilere de zehir etmeyeyim. İnanılmaz derecede pozitif ve “ olsun, olabilir, o da olur” cu olurum zaman keyif zamanı ise. Neyse.. Bu sene de, her yaz tercih ettiğim gibi iki ayrı beldede kaldım. Datça ve Selimiye…Seyahat yazarı olmasak da bizler, naçizane içime oturan, dışımda kalan, gönlümden geçen, gözüme batan ne varsa yazayım istedim.

 

Datça’da misafirsiniz, Selimiye’de müşteri

 

İlk durağımız Datça idi eşimle. Geçerken uğramak dışında konaklamamıştık ikimiz de daha önce Datça’da.

Dört gün konakladığımız Villa Aşina her şeyiyle harika bir butik otel. Dekorasyonu, temizliği (çıkmadan önceki gün gerek yok dememize rağmen temizliği yine de yaptılar) ve o şahane kahvaltısı. Bir çok butik otelde konakladım şimdiye kadar, böyle bir kahvaltı görmedim. Haşlanmış yumurtaların üzerine yazdıkları günaydın mesajları, çeşit çeşit reçeller, nefis ekmekler, yumurta türevleri, börekler çörekler…Keşke daha uzun kalsaymışız demeden edemedim. . Akşam çay saati ve yanında taze taze yapılmış kurabiye, kek türevleri…Bol bol da fotoğraf paylaştım zaten instagram hesabımızdan 🙂

Küçük oteller sitesinde önerilen otellerle ilgili yapılan seçimlerin ne kadar doğru olduğunu bir kez daha teyit ettik kendimize.

Şunu da eklemeliyim ki, ne odada içtiğimiz su ve kahve, ne de çayımız kekimiz adisyona eklenmedi. Neden mi yazdım bunu? Yazıyı okudukça anlarsınız. Bu jesttir, konuk severliktir. Biz bu otelde misafirdik sanki. Seneye tekrar kalmak için sabırsızlanıyorum.

Datça’da kaldığımız her gün farklı bir bükte denize girdik. Sanırım Datça’daki en keyifli şeylerden biri de bu çeşitlilikti. İlk gün Kargı, ikinci gün Hayıtbükü ve Kabalak, son gün de Palamutbükü’ne gittik. En güzel renk, en temiz deniz amasız Palamutbükü deriz. Hele de denizden çıkıp akşam üzeri bademli balık ve bi tek atmadan ayrılmayın derim. Biz Sarıhoş’ta yedik, gayet makul fiyatlı ve lezzetliydi, önerebilirim. Diğer bükler küçük olduğundan kalabalık çok hissedilirdi. Bir de sakinlik arıyorsanız Hayıtbükü özellikle çocuklu ailelerin daha çok tercih ettiği bir yer gibi göründü. Kabalak da Hayıtbükü’ne arabayla iki dakika mesafede, güzel, daha sakin ama öğleden sonra deniz dalgalandı ve kirlendi. Bize de uzanıp kitap okumak kaldı. O da güzel 🙂

Datça aslında en çok havasıyla iz bıraktı. “Denizi ayrı deniz, havası ayrı hava” dememiş boşuna Can Yücel. Bademi, bademli gazozu, keçi sütü ile yapılan dondurması ve balı, denizinin mavisi ile kesinlikle seneye daha uzun kalmayı hak ediyor.

Bir akşam Eski Datça’ya gittik. Nil Cafe’de bir soluklandık. Çok hoş insanlardı, sohbetli. Sadece doğal yiyecek ve içecekler ikram ediliyor. Asla coca cola içemezsiniz mesela burada. Bademli gazozu da burada keşfettik. Dönerken de bir kasa sırtlanıp geldik İstanbul’a zaten 🙂

Kuma kurulmuş masaları ile  birçok restaurant var merkezinde. Hepsi güzel görünse de biz Kumluk Restaurantta yemek yedik iki akşam. Hayatımda yediğim abartısız en lezzetli mezelerdi ve ayaklarım kuma değerken yaşadığım her dakikadan keyif aldım. Havasından mıdır bilemedim. Fiyatlar da makuldü bize göre. Yediklerimizi İstanbul’da ya da daha turistik bir yerde yeseydik üzerine en az bi 100 tl gelirdi tahminen.

Gelelim Selimiye’ye…

Kesintisiz üç senedir, daha önceki senelerde de birkaç kere gitmişliğim olan bir yer. Çok severim denizini bana göre biraz sıcak olsa da. Yürüyerek başından sonuna yarım saat bilemediniz 45 dakika yürüyerek bitirebildiğiniz, 1000 kişi nüfusu olan bir köy. Bu sene yeni açılan yerleri fark edecek kadar çok gittim Selimiye’ye. Fakat bu sene bayrama denk geldiğinden midir bilmem, içimi şişirdi diyebilirim. Nüfusu bayramda dört katına ulaşınca, altyapısı da olmayınca şişirir tabii. Her yerde kuyruk, ayakta yer sırası bekleyen insanlar, üst üstelik had safhada. Fiyatlar deseniz, özellikle hediyelik eşya satan yerlerde ve butiklerde almış başını gidiyor, çok ama çok abartılı. Buraya gelen herkesin çok mu parası var? Saçmalamak için para saçmak… Her keseye göre ve en zevkli takı tuku “Severin Takı”da var, aldım oradan biliyorum, bi bakının derim.

Bayramın ilk günü güzelce bir balık yiyelim dedik. Tüm sahildeki restaurantlar dolu. Olabilir. Fakat kapısında duruyorsunuz ve birinin gelip bir şey sormasını bekliyorsunuz. Hayır. Birini bulup siz “yer var mı” diye sorduğunuzda öyle bir acıma duygusuyla ve ukalaca bakıyor ki size ve “maaaalesef” diyor. Türkçe meali, “e be salak önceden yer ayırtsana, bak işte ayırtmazsan sonun bu ve naniiiik”. O surat ifadesinden kaç tane gördük kimbilir. Hiçbirinde de kapıda menü yok, belirsiz, muamma. Başka zamanları da bilirim kapıda buyrun buyrun diye peşimizden koştukları. Bayram ya yüzüne bakmıyorlar. Esnaf bitmiş Selimiye’de. Sonunda Orsa diye bir restaurantta yer bulduk. Baktık boş, işkillendik biraz ama endişe yersiz çıktı. Çipura gayet lezzetliydi, fiyatları da kapısında aslanlar gibi yazmışlardı. Gayet makul, uçmamışlar.

Kaldığımız İskele Pansiyon güler yüzlü bir ailenin işlettiği bir müessese. Sabah kahvaltısı sıradandı fakat iki akşam yemeği yedik, offff…. mangalda pişirilen balık, et ve mezeler cidden on numara beş yıldızdı. Tabii ki ekstra akşam yemekleri normal olarak. Dışarıdaki restaurantlarla kıyaslandığında açık ara öndeler diyebilirim.

İskele’de keyfimiz yerindeydi, tavsiye ederim fakat birkaç eleştiri yapmak da istiyorum. İlk olarak akşam üstü çayı denilen servis ikramdır, öyle olmalı bence. Biz ilk başta öyle sandık fakat ikinci gün baktık herkes yemiyor içmiyor, “acaba mı” dedik.. İki dilim kek ve birer çaya ücret yazılırsa bu biraz itici olabiliyor.Bunun dışında neye ne yazılırsa kabul, zaten genel olarak fiyatları makul bir yer. İkincisi, odamız sadece bir kere temizlendi, artık dışarıdan ıslak terlikle odaya girdiğinizde yerde oluşan lekeleri hesap edin. Keşke söyleseymişiz. (Ne olur alınmayın, sizi çok sevdik ve eleştirinin işletmeleri daha iyiye götüreceğini düşünüyoruz, hepsi bu.)

Selimiye üst üste demiştim ya. O keşmekeşten iki adım atıyorsunuz, hoop Coffee Inn diye bir mekan. Biz geçen sene otelimize doğru yürürken orada bir kahve içmiştik. Bu sene hatırlayınca resmen kaçtık sığındık. İyi ki de kaçmışız. Bu sefer hamburgerini ve limonatasını deneme fırsatı bulduk. Huzurla, sahibi olan iki gençle sohbet ede ede afiyetle yedik. Birisi gıda mühendisiymiş, diğeri turizm işletmeciliği yanılmıyorsam. “Neden” dedik “burada bu kadar insan var, inanamıyoruz diğer tarafta insanlar üst üste daha kötü bir lezzet için sıra bekliyor?” “Popülarite” dedi sahibi. Bu aslında o kadar güzel özetliyor ki, bakın:

İnsanlar Selimiye’de, Paprika’da (ki güzel şimdi Allah için tatlıları), Sardunya’da, Beyaz Ev’de yemek yemenin “sosyal statü” lerini artıracağını, bilinirliğin can olduğunu düşünüyorlar. Kargacık burgacık arnavut kaldırımı yollarında topuklu ayakkabı ile yürümenin havalı olduğunu sanıyorlar. Bekledikleri kuyruğun sonunda bir masaya yerleştirilebildiklerinde zafer kazanmış sayıyorlar kendilerini. Halbuki tatil huzurdur, lezzettir, rahatlıktır. Sandalet giyin noolur kızlar 🙂

Selimiye small pantolona girmeye çalışan large bedenli bir kız gibiydi bu sene. Küçük Çeşme sanki, olmuyor, yakışmıyor, eğreti duruyor.

 

Velhasıl benim için artık, Datça In, Selimiye Out.