Günümüzün büyük şehirlerinde, günümüzün kurumsal iş şartlarıyla çalışırken beyin gücü ve beden gücünü aynı anda kullanan süper kahramanlar haline geldik. Oysa ki beyaz yakalı çalışanın tanımı bedensel değil daha çok zihinsel gücüyle, masa başında çalışan işçi. Sabah gelir, bilgisayar başına oturur, çalışır, mola verir, devam eder, akşama kalkar gider. Neyse, Superman’in pelerini, Batman’in maskesi var madem; bizim de bembeyaz yakamız var.
Bu beyaz yakalı tanımının sınırları bildiğiniz ve yaşadığınız üzere uzunca süredir zorlanıyor ( Beyaz yaka, kanunda yeri olan bir tanım değil, kanunen SGK’lı olup özel sektörde çalışan herkes işçidir; mavisi beyazı yok). Türkiye’de görev tanımları hiç bir standart ve güvence altında değil, bu bir. Siz bir pazarlamacıyken kendinizi birdenbire ürünün fiyat stratejisini mantıklı zemine oturtmaya çalışırken bulabilirsiniz. Veya bir medya planlama uzmanıyken bakmışsınız içerik yönetiminin de tek sorumlusu oluvermişsiniz. Nedeni; yetersiz eleman sayısı, yer işgal eden niteliksiz adamlar, olağan dışı deadline’lar. Çok çeşitli sorumluluk, büyük iş yükü, bozuk konsantrasyonlar.
Bir de politika tarafı var tabii. Beyaz yakayı taktığınız an görev tanımınızın yanı sıra dengesiz patronu işten kovulmadan dengelemek, yılan müdür sokmasın diye tavşan b.ku numarası yaparak hayatta kalmak, ödemeni çıkarsın diye IMF başkanı havalarına giren finans müdürüne yalakalık yapmak, dostlar alışverişte görsün toplantılarına alet olmak ve yardımcısız kalmamak için aklı bir karış havada stajyerin k.çını toplamak da iş listesine ekleniyor. Bu da iki.
Demek istiyorum ki;
1- Görev tanımınızın genişliği ve iş yükünüz
2-İşinizi kaybetmemek adına yürütmek zorunda kaldığınız politikaların getirdiği iş yükü ve zaman kaybı sizi hem beyin hem de beden olarak yoruyor. Nasıl mı?
Haftada 45 saat, mesailerle 66 saat. Yasal olarak en fazla bu kadar çalıştırılabilirsiniz ( Bu arada mesai için de yazılı onayınızın olması lazım zaten. Yani, mesaiye bırakılabilmeniz için sene başında ik’ya yazılı olarak “ evet, ben mesaiye kalmayı kabul ediyorum” demeniz lazım -düşünün bakalım, kaçınızdan böyle bir onay alındı-. Ana konumuz bu değil ama o mesailerin yasal olarak size ya para ya da serbest zaman olarak ödenmesi de lazım -herkesi bi gülme tuttu şimdi, değil mi? “Ay, sinirlerim bozuldu” gülmesinden). Ancak size verilen işin de mesaili veya mesaisiz bu saatlere sığması imkansız. Çaresiz, sığsa da sığmasa da çalışmaya devam…
Peki biz ne zaman mola vereceğiz? Mola derken uzun boylu bir dinlenmeden, elde kokteyl, plajda devrilip yatma molasından bahsetmiyorum. Gün içinde batarya ne zaman şarj edilecek, ambale olmuş beyin nasıl işler hale gelecek, metabolizma dönsün diye ne zaman yemek yenecek, çay -çorba ne zaman içilecek ve ne zaman çişe gideceğiz??
Kanun diyor ki, 7,5 saatten fazla süreli işlerde 1 saat ara dinlenme hakkı var. Kural olarak aralıksız; uygulamada ise yarım saat öğle yemeği ve biri öğleden önce biri de sonra olmak üzere 15’er dakikalık 2 çay molası ( aynen bu şekilde uygulayan bir yerde çalıştım). Sabah 08.00- akşam 17.00 çalışılan bir yerde 1 saat öğle tatili alarak biz bunu kullanıyoruz. Peki işleri 17.00’de bitiremediğimizde ne yapıyoruz?
Hahah, tabii ki mesaiye kalıyoruz veya eşek ölüsü gibi bilgisayarı omuzlayıp evde çalışıyoruz.
Peki bu işler bir kere mesaiye kalınca bitiyor mu? Hadi sınır koyalım, ayda bir kere mesaiye kalmak yeterli mi? İki haftada bir? Haftada bir? Yoksa her gün mü? Yoksa artık saat 5’te çıkınca tedirgin olma mertebesine mi eriştiniz?
Seri mesaici arkadaşlar gece çıkarken ışıkları da söndürdüklerinden bu mola konusu onlar için net çizgilerini yitiren bir şey haline geliyor. Adam “nasıl olsa gece çıkıyorum, bir kahve/ çay/ sigara molasının dakikasını mı tutacağım” diyor haliyle. Kurumsal hayat kural sever, rutin sever. Daha ilk yazılarımızın birinde söyledik. Kural esnetilecekse de kendi lehine esnetilen kuralı sever. “Mesaiye kalıyorsan kal ama sigara molasına az çık” diyemez ama “ne kadar çok çalıştığını biliyoruz ama senin mola sayına göz yumarsak herkesinkine yummamız lazım Melikeciğim. Senden bu konuda anlayış ve özen bekliyoruz” deyiverir. Bu ciğimli miğimli sözler aslında sözlü uyarıdır. Onlar uyarır, Melike delirir. Melike çok lazım biriyse molası görmezden gelinir; gözden çıkarıldıysa bahane edilir. Bunu herkes bilir.
Şirketlerin bu konuya yaklaşımı “başkalarının gözüne batıp bizim başımıza iş açma” yerine çalışanının neden bu kadar mola aldığını araştırmak olmalı diye düşünüyorum. Beyaz yakalı ve eleştirel biriyim diye “çalışan ne yapıyorsa doğrudur, lanet olası şirketler” tadında bir düşüncem hiç yok, hatta mola olayının suistimale açık olduğunun da farkındayım. İş yapmaya engel ölçüde molaya yaptırım uygulanmalı ancak üst düzeyde verim alınan bir çalışanın molası da bir uyarı konusu yapılmamalı bence. İş şartlarını iyileştirmek, zaman yönetimi desteği vermek, yöneticisinin yönetim biçimini sorgulamak, geçici veya kalıcı yardımcı iş gücü sağlamak gibi çözüm odaklı adımlar yapıcı adımlar olacaktır. İK’cı değilim ama benim bile aklıma bir çırpıda gelenler bunlar. Meseleyi çözmeye gönlü olan için daha yapılabilecek pek çok şey vardır eminim.
Yoksa cadı avına çıkıp her molaya çıkanı mimlemek, şirkete hem çalışanı hem de oyunu kaybettiren küçük bir hesap olarak kalacak ve maalesef aynı hata tekrar edilip duracaktır.