Duruma göre alemin kralı, duruma göre benden uzak Allaha yakın. Kendini bileni ile çalışmak bir keyif, kendini sahibiniz sananı ile çalışmak bir azap. Bunca senelik iş hayatımda sadece 1-2 tanesini sevgiyle anabildiğim bir makam. Bize yaranmak kolay değil, evet, ama onlara yaranmak mümkün değil. Bu arada yaranmak umurlarında da değil; o yüzden iş yerlerinde evlerinde bile olamadıkları kadar kendileri olmaları bundan belki. Bugünkü konumuz patronlar. Ve seçmece kaprisleri.

Az sonra okuyacağınız küçük hikayelerde bahsi geçen kişiler hayal ürünü değildir; hepsi gerçektir. Bu arada ima yoluyla kimseyi afişe etmek gibi bir niyetim bulunmuyor, aradan onca zaman geçmiş; kendi kendime hatırlayıp güleceğime siz de gülün dedim. Aman çok da takılmayın işte; buyrun okuyun, keyfinize bakın.

 

“Benim evin karşısındaki billboardları unutmayın”

Dedi ve ofisten çıktı beyaz saçlı adam. İşe yeni başlamıştım, hikayenin detayını, evveliyatını bilmiyorum. Meğer her reklam kampanyası dönemi evinin karşısındaki billboardları satın aldırır ve medya planlama şirketine saç baş yoldururmuş. Ürün ekonomik bir ürün, reklam bütçesi kuş kadar ve bütçenin hatırı sayılır bir kısmı da İstanbul’un en pahalı semtlerinden birindeki 3 tane billboarda gömülüyor.. O semtte o ürünü alacak kimse yok! Öte yandan amca bey, villa komşularıyla balkonda drink alırken billboardlarını seyrediyor. Gelsin sıradaki.

 

“Köpek gitmez, siz gidersiniz”

Bu patronumla ilk tanıştığım zamanı hatırlamıyorum ama köpeğiyle nasıl tanıştığımı hatırlıyorum. Ensemde hissettiğim ıslak bir nefes ve aşırı gürültülü bir soluma. Çığlık atıp başımı çevirdiğimde kapkara bir Scooby Do ile burun buruna gelip en hafif tabirle sandalyeden düşmüştüm. Hayvan koca patileri ile bana sarılmıştı. Bağıran ben, sarılan hayvan, gülmekten gözyaşı döken insanlar.. bayağı travmatik. Birisi bu kargaşada “bu köpeğin ofise gelmesi çok yanlış” demiş. Patron da dönüp böyle gürledi. Bir kaç ay sonra başka bir yere transfer oldum; öyle ya da böyle adamın dediği olmuş oldu.

 

“Kedimiz bile örnek bir çalışan olmalıdır”

Bu da kedili patron. Uç düzeyde mükemmeliyetçi kişiliği ile bilinen bir insan. Çalışanların attığı duyuru e-postalarına “reply to all” yaparak imla yanlışı düzelttiği ve üstelik bunu kafa göz dalarak yaptığı için duyurular özel rica üzerine şirketin PR’cısı tarafından yapılmaya başlanmıştı. “Arkadaşlar, bayanlar tuvaletinde bir adet yüzük bulunmuştur. Kaybedenin, yüzüğün tasviriyle birlikte şahsıma başvurmasını rica ederim.” gibi efsane e-postalar geliyordu; gerçekten hala gülüyorum.. Bir gün arkadaşlar şirketin pamuk kedisinin fazlaca miyavlamasına maruz kalıp kediye mama verince yemek saati dışında kediye mama verilmesini zinhar yasaklamış; gerekçe olarak da baştaki cümleyi sarf etmişti: “Kafasına göre mama yiyemeyeceğini bilmek zorunda; bizim kedimiz bile örnek bir çalışan olmalıdır!” Peki.

 

“Lütfen evlenme”

Boyumdan büyük bir titrimin olduğu ve bunu hak etmek için kendimi parçaladığım yıllar. Odasına çağrıldığımda “acaba muhasebeye iletmeyi unuttuğum bir fatura mı var” diye karın ağrıları çekerek gittim. Muhterem, sıfırdan başladığından, dişiyle tırnağıyla buralara geldiğinden, yanına kendi gibi düşünüp çalışan insanları alarak büyüdüğünden devam etti, kendini adamanın öneminden dem vurarak benim için büyük yatırımlar yapmaya hazır olduğunu bildirdi. Karşılığında tek bir isteği vardı; hiç bir zaman evlenmeyip kendimi işime adayacağıma söz vermek! Ben kocaman gözlerle kendisine bakarken bunu sağlama almanın hukuki yollarından bahsetmeye başladı. Geçmiş gün, dediklerimi hatırlamıyorum; fakat evlenirim veya evlenmem demedim. Zaten 6 ay sonra da, bende evlenmeyecek göz olmadığını anlayınca herhalde, beni işten attı.

 

“Bana kahve falı bak”

Ya tamam, ben de şikayete bahane aramıyorum, hangimiz iş yerinde fal kapamadık.. Ancak ben işe yeni başlamışım, adamı hiç görmemişim, iş görüşmemde patronun bulunmayacağı kadar junyorum yani, o da odasından durmadan bağıra çağıra kavga sesleri gelen sinirli, orta yaşlı bir profil. Çağrılıp da odasına girer girmez “bana fal bakar mısın?” deyince haliyle hafiften şok olup hafiften kızıp “ben bilmiyorum X bey..”  dedim. Tabii ki iplemedi. Son hatırladığım her sevgilisinden ayrıldığında burnuma bir kahve fincanı dayaması ve fincanda gördüklerime ağlaması..

 

“Ona para yazma”

Çok kısa süre birlikte çalıştığım bu patronum aslında hiç patron karakterli bir insan değildi. Herhangi bir ara kademe olmadan, bütün işlerle kendisi ilgilenmek isterdi. Çalışanları üzerinde maalesef bir olumlu veya olumsuz bir etkisi yoktu, müşterilerinden son derece çekinirdi. Müşteriler de bunu çözmüş, ya ederinin çok altında ödeme yaparlar veya işi isterken baştan direkt “ödemeyeceğiz” derlerdi. Gerçekten, çok sürreel… Neden kısa süre çalışabildiğimizi anlamışsınızdır; freni patlamış kamyon gibi tam gaz batmaya doğru gidiyorduk. Çok sayfalı ve fiyat listeli bir katalog için günlerce uğraştık; bilenler bilir, bu tip kataloglar hem pahalıdır hem de yapımı çok meşakkatlidir. İşi bitirdik, faturayı keserken patronum yanıma gelip tasarım ve uygulama kalemlerini göstererek “bunlara para yazma” dedi. Sebep? Ödemezler. Tamam, iyi günler…

 

“Doğum günümü kutlayın”

İnsan egosu nelere kadiri göreceğiz şimdi. Bir gün IK, müdürleri patronumuzun doğum gününü sebebi ile büyük toplantı salonuna davet etti. 70 kişi falanız. Klasik, adamcağızı sunum var diye çağırıp pastayı getirip alkışlayacağız, pasta yiyeceğiz, masalara döneceğiz sanıyorum. Salona girdiğimde patron çoktan masaya oturmuş bizleri bekliyordu. Kısa bir konuşma yaptı; “en alttan başladım, şirketi şöyle kurdum, böyle büyüttüm dişimle tırnağımla, helal parayla” (bu arada maaşların yarısını elden alıyoruz, sigortayı asgariden yatırdığı için) falan. Sonra, “evet buyrun” deyip masanın en ucundaki kişiye söz verdi. Sonra yanındakine, sonra yanındakine.. Böyle devam ediyoruz.. Askeri cuntaya yönetilen orta Afrika ülkesi lideri gibi kutlamaları dinliyor, beğeniyle başını sallıyor ve bitince de “evet, siz” diye bir sonraki kişiye söz veriyordu. Millet coştukça coşuyor, sırayı savanlar yeni övgüleri duydukça “benimki çok hafif kaldı yaa…” endişesi okunan bakışlarla bakıyor, patron şiştikçe şişiyor.. Bana sıra gelmeden patrona bir telefon geldi, “hanım bekliyor yemeğe gideceğiz” dedi ve kapanış. Tuhaf.

 

“Herkes tuvalet kağıdını evden getirsin!”

En bombayı en sona bıraktım tabii ki. Meşhur bir perakendeci firmada çalışıyorum. Mağazalar dolup taşıyor, toptancılar sıraya giriyor, cirolar çılgın, mağaza üzerine mağaza açıyoruz.. Bir gün tasarruf tedbirleri başlıklı bir toplantı düştü tüm yöneticilerin ajandasına. Hayrolsun diyerek tıpış tıpış gittik. Patron sinirli. Başladı saymaya: “Servisleri kaldırıyorum… İnternet erişimini kısıtlıyorum… Tuvalet kağıdını da kaldırıyorum…” Herkes şok. En dik kafalımız sadece “Efendim nasıl..” diyebiliyor. “Tedarikçilerle konuşun, kumaş parçalarını getirsinler, onları kullanırsınız. Ben tuvalet kağıdı masrafınıza yetişemiyorum” dedi. Utana sıkıla, hijyen bahane edilerek, yapılan pazarlıklar sonucunda kişi başı her ay 2 rulo tuvalet kağıdı dağıtmayı kabul etti. “Ama bunları ay bitmeden bitiren tuvalet kağıdını evinden getirir!”